Âlim: Bilgi sahibi, bilge insan, bilen demektir. Âlimler dinimizce “Peygamber Vârisleri” olarak yüceltilirler.
Âlim olmak, sahasında uzmanlık ve ihtisas gerektiren bir konudur. Zamanımızda bilimsel çalışmaların her biri kendi sahasında branşlaşmayı da zorunlu kılmaktadır. Her Bilim Dalı’nın kendi içerisinde uzmanlaşma alanları mevcuttur. İslâmî Bilimlerde de tabiî olarak kurumsallaşma ile birlikte uzmanlık alanları da ortaya çıkmıştır. Fıkıh, hadîs, tefsir, kelâm, vs. gibi.
Âlimler de akademisyen olan ve olmayan şeklinde iki kategoride değerlendirilmektedirler. Akademisyen olmadığı halde nice ayaklı kütüphane olan âlimlerimiz olmakla birlikte; konumuz akademisyen olanları gündeme getirmektir. Buna sebep olarak ta, tartışma konusu olabilecek her mesele akademisyenler tarafından çıkarılmakta olduğu içindir.
Mâlesef çoğunluğu komplekse kapılmış olan akademisyenler, her şeyi en iyi kendilerinin bildikleri zehabına kapıldıkları için olsa gerek, neredeyse Hz. Peygamber’den (SAV) bile akademik unvan soracaklar.
Akademik ünvanlar Dr. Doç. Prof. Şeklinde sıralanmaktadır. Konumuz Prof.larla ilgili kısa bir değerlendirmedir.
Prof.lar şahit olduğumuz icraatlarına göre üç zümre olarak ele alınabilir.
1-Profesörler.
2-Prosıfırlar.
3-Pornofesörler.
PROFESÖRLER: Gerçek manada Peygamber vârisi diyebileceğimiz bilim insanlarıdır. Bilgilerini vatandaşla paylaşırlar. Halkı doğru bilgilendirmek için gayret sarf ederler. İlimlerinin ağırlığınca mütevâzîdirler. Her birisi sahasında bir güneş olup, vatandaşa aydınlık yolları göstermektedirler. Allâh (CC) sayılarını artırsın.
PROSIFIRLAR: Bu zümre kendine çok güvenenlerden oluşmaktadır. Asıl mevzumuzu da bunlar oluşturmaktadırlar. Kendilerini müstağni sayarlar. Kibirli olup halka tepeden bakarlar. Sürekli eleştirirler. En doğruyu kendilerinin bildiklerini zannederler. Yeni şeyler söylemek adına, kendi tezleri dahil her şeyi inkar ederek boşluğa düşerler. Zamanla hem sosyal, hem de fikirsel alanda yalnızlaşırlar.
PORNOFESÖRLER: Bunlar da konjoktüreldirler. İbre ne tarafta ise oraya dönerler. Haklının değil, daima güçlünün yanındadırlar. Her türlü gayri meşruluklara bir kılıf uydurup savunurlar. Medyatik olmayı pek severler. Halk arasında fırıldak denilen bir yapıya sahiptirler. Birileri tarafından kullanıldıktan sonra atılırlar ve yalnızlığa mahkum olurlar.
Bu kısa değerlendirmeden sonra söylemek istediklerimize gelelim.
Bilindiği üzere Kur’ân’ı Kerîm evrensel olup, beyanıyla da insanı âciz bırakacak yücelikte bir İlâhî kelâmdır. Bütün zaman ve mekânlara hitap ettiği için, her zaman anlaşılmaya ihtiyaç duyulmuştur. Asr-ı Saâdetten bu tarafa âlimler onu anlamaya çalışmışlar ve zamanlarına göre de insanları bilgilendirmişlerdir.
Kur’ân, bizzat akletmeyi, düşünmeyi ve üretmeyi emretmektedir. Herkese de çalışmasının karşılığını göreceğini İlâhî bir fermân ile ilan etmektedir. Buradan hareketle, kim ne üzere çalışıyorsa o ölçüde karşılığını bulacaktır. Bilimsel çalışmalar da böyledir. Bir ilim adamı ne kadar okuyup araştırıyor ve anlamaya çalışıyorsa o derece gelişir ve allâme olur. Her ağaç nasıl bir çekirdekten olup, gelişip büyüyorsa, ilim adamları da aynıdır.
İnsanlar arasında farklı düşüncelerin olması fıtrat gereğidir. Fakat hakikat her yerde aynıdır. Bilim adamlarında da farklı görüşlerin olması kadar tabiî bir şey olamaz. Bir konuya farklı zaviyelerden bakılarak, farklı sonuçlara gidilebilir. Ancak bu konu değişmeyen hakikat olan Teoloji/İlâhiyât meseleleri olunca aynı şeyleri söyleyemeyiz. Çünkü Vahiy, insan üstü bir durumdur ve insan ona teslim olmak zorundadır.
Birilerinin saçmaladığı gibi, İslâmiyet akıl ve mantık dîni değildir. Tam tersine akıl ve mantık İslama göre kullanıldığında değer kazanır. Bu sebeple ibâdetler sorgulanamaz. Çünkü herkesin aklına ve mantığına göre bir tarif gerekir ki, bu durum insanı çıkmaz sokaklara götürür. Yani; namaz neden beş vakit? oruç neden ramazan ayında tutulur? hac ibâdeti neden kurbanda..? gibi
Farklı şeyler söyleme hevesindeki bazı âlimlerimiz, sağına soluna bakmadan koşan atlet misali dolu dizgin uçuruma doğru yol alıyorlar. Sonra da gerçeği görebilirlerse dönüyorlar. Göremezlerse yuvarlanıp gidiyorlar.
Kur’ân-ı Azîmü’ş ŞÂN bizlere akletme ve düşünmeyi emrederken özellikle ilâhiyat alanında yine Kur’ân kaynaklı hareket etmemizi istemektedir. Çünkü bizi en doğruya götürecek olanın yine Kur’ân olduğu şöyle fermân buyurulmuş: “Gerçekten bu Kur’ân en doğru olan yola götürür…” (İsrâ, 17/9)
Zaman zaman Kur’ân’ın bazı hükümlerinin gündemden kalması gerektiğini söyleyenler olduğu gibi, sırf tarihselcilik sâikasıyla bazı âyetlerin hükümsüz olduğunu iddia edenler de olmuştur. Bu zihniyette olanlar bir âyete bakarken diğerini görememenin çaresizliği ve bedbahtlığını yaşıyorlar. Mesela birisi demiş ki:
Kehf sûresinde Hz.Mûsâ’nın yanındaki kişinin öldürdüğü çocuk hakkında: “Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk. Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.” ( Kehf, 18/80-81)
Burada anlatılan akıl dışı bir durumdur denilmiş. İhtimal üzere cinayet işlenir mi? diye sormuş bilim adamımız.
Bakara sûresinin 216. Âyetini hatırlayamamış anlaşılan. Şöyle buyuruluyor:
“…Olur ki , bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allâh bilir, siz bilmezsiniz.”
Mesele gayet açık. Allâh (CC) o çocuğun hayırsızlığını bildiği için ölümüne hükmetmiş ve ebeveynine daha hayırlısını vermiş. Buradaki genel kâide ise şudur. Başımıza kötü bir durum gelmişse, bilmeliyiz ki Allâh (CC) daha beterinden bizi korudu.
Mesele tamamen yaklaşım meselesidir. Kişi yaklaşım ve anlayışına göre ya zirvelerde olur, ya da zırvalarda.
Allâh (CC) hep zirvelerde olmamız için yardımcımız olsun.
Yorum Yazın